İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yağmurun ve Tarihi Güzelliklerin Şehri: Londra Gezi Rehberi

Hayatta zevk aldığımız şeylerle ilgilenebilmek, küçük şeylerden mutlu olabilmeyi yaşam tarzı haline getirmek hiç kolay değil, bunu hepimiz biliyoruz. Ama Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz öyküsündeki yaşlı balıkçıdan ilham alıp, yollara koyulmak, tüm engellere meydan okumak da yine bizim elimizde. Hayatın anlamı az alışveriş, çok seyahatte; biz buna inanıyoruz. Hep söylüyoruz ve söylemeye devam edeceğiz; parayı harcamanın en keyifli yolu seyahat etmekte.

Her ne kadar böyle düşünsek de gittiğimiz ülkelerin bazıları mevcut bütçemizi aşabiliyor tabii. Örneğin İngiltere bizi bu konuda baya zorladı desek yalan olmaz. Ama ne ömür törpüsü vizesi, ne de Londra’nın pahalı olması bize mani olmamalı diye düşünüp çıktık Londra yollarına. Pes etmek yok. Keşfetme aşkı adına!

Sürekli gündemde olan kraliyet mensupları, narin çay fincanlarında içilen çayları, saray muhafızları, şehrin  göbeğindeki yemyeşil parkları, iki katlı kırmızı otobüsleri, kırmızı telefon kulübeleri, zarif ve güler yüzlü halkı ile Londra tam yaşanılacak, huzur dolu bir şehir. İstanbul’daki o kaos, koşturmaca bu şehre hiç uğramamış. En azından dört gün turist olarak gezdiğimiz sırada biz böyle hissettik.

Ulaşım ve Konaklama

Londra’da tam beş havalimanı var, evet yanlış duymadınız. Biz de ilk duyduğumuzda kısa süreli bir şok yaşasak da bu durumu kabullendik. Türkiye’den Londra Heathrow, Gatwick ve Stansted havalimanlarına direkt uçuş var ve uçuş yaklaşık 3 saat 30 dakika sürüyor. Havalimanına indikten sonra gişeden hemen bir Oyster Card edinin. Oyster Card bizdeki İstanbulkart gibi içine kredi yüklenen bir ulaşım kartı ve Londra’da bu kartla tüm toplu taşımalara binip, katettiğiniz mesafe kadar ücret ödüyorsunuz.

Heathrow’dan şehir merkezine Tube denilen metro ile kolayca ulaşabilirsiniz. Sakın ‘’metro’’ diye ortalıkta dolaşmayın, İngilizler için metro demek Tube demek, o kadar. Bir de tren ile platformlar arasında boşluklar var ve bu boşluklar oldukça geniş. Bundan dolayı metroda sürekli ‘’mind the gap’’ anonsu duyacak, hediyelik eşyalardan metro istasyonlarına kadar her yerde bu yazıya rastlayacaksınız, aman dikkat. Her neyse, Gatwick’ten şehir merkezine gitmek için Southern veya Thameslink trenlerine binmeniz gerekiyor ve yolculuk yaklaşık 40 dakika sürüyor. Stansted havalimanı ise Londra’nın biraz dışında yer alıyor ve sadece Liverpool Street tren garından buraya tren var. Bu tren 1 saat sürüyor ve bu hatta Oyster Card geçmediğinden Stansted’e gitmek için gişeden ayrı bir bilet almanız gerekiyor, sonra da trende rahatınıza bakabilirsiniz. Biz Gatwick’e indiğimiz için Southern hattı ile London Bridge istasyonuna gittik ve hemen keşfe başladık.

Londra dokuz bölgeden (zone) oluşuyor ve birinci ve ikinci bölge merkezi sayılıyor. Bu yüzden konaklamak için bu bölgeleri tercih edebilirsiniz. Zira Londra büyük bir şehir ve her zaman yaptığımız gibi yürüyerek bu şehri keşfetmek oldukça zor. Üstelik toplu taşıma ücretleri seyahat edilen bölgelere göre değiştiği için ne kadar az bölgede seyahat ederseniz, o kadar az ücret ödersiniz. Şehri bir de otobüsle turlayın, iki katlı kırmızı otobüslerle Londra sokaklarını gezmenin tadı bambaşka oluyor. Yeri gelmişken söyleyelim; Londra’da trafik soldan akıyor ve kafanız karmakarışık oluyor. Neyseki yollarda ‘’sağa bakın, sola bakın’’ şeklinde yazılar var da karşıdan karşıya geçerken işiniz bir nebze olsun kolaylaşıyor.

Nereleri gezelim?

Daha önce belirttiğimiz gibi Londra’da toplu taşıma kullanmak gerekiyor, yürümeye kalkışmak ayaklarınızı ne hale getirir tahmin edebiliyoruz nedense… Paris gibi adeta bir açık hava müzesi olan Londra’da gezilecek o kadar çok yer, görülecek o kadar güzel parklar var ki, bu şehri sevmemek imkansız desek bize kimsenin karşı çıkacağını sanmıyoruz.

Shakespeare’s Globe: London Bridge durağında indikten sonra gezimize Londra’nın simgesi olan Thames nehri ile başlıyoruz. Londra’nın ortasından geçen bu nehrin etrafında yer alan pek çok tarihi yapı var. İşte bu yapıların en güzeli Shakespeare’s Globe. Tiyatronun orijinali Shakespeare ve arkadaşları tarafından 1599 yılında kurulmuş. Ne var ki, 1613 yılındaki bir yangında tamamen kül olmuş. 20. yüzyılda ise orijinaline sadık kalınarak bugünkü halini almış. Shakespeare ve arkadaşlarının izlerini sürmek, hem bahçesini hem de tiyatronun içini gezmek insanı inanılmaz heyecanlandırıyor. Yalnız tiyatroda temsil olduğu zaman sizi içeriye almıyorlar, ama eğer o gün bir temsil yoksa tiyatronun içine tur düzenleniyor. Tur hakkında bilgi almak için şu siteye göz atabilirsiniz: http://www.shakespearesglobe.com/exhibition-and-tour. Eğer o gün tiyatroda bir etkinlik varsa içeriye girmek için bir oyuna ya da temsile bilet almanız gerek, sadece ziyaret amaçlı salona girmek yasak. İngilizcesine güvenenleri bu tarafa alalım…

Tate Modern: Tiyatrodan karmaşık bir duygusallık içinde çıksanız da Londra’nın şu meşhur yağmuru er ya da geç sizi yakalayacak ve sizi kendinize getirecek. Şimdi sakin olun, o Romeo hiç gelmeyecek… Thames nehri kıyısından ilerlediğinizde sol tarafta Tate Modern’ı göreceksiniz. Dört-beş katlı bir sanat galerisi olan Tate Modern’a girmek ücretsiz. İngiltere’nin diğer Avrupa ülkelerinden farkı da burada; Londra’da müzeler ücretsiz iken katedral ve kiliseler ücretli. Tate Modern’da vakit geçirmek çok keyifli. Özellikle sergi sonrası en üst kattaki cafede bir şeyler için, manzara muhteşem. Tate Modern’dan çıkınca Millennium köprüsünü göreceksiniz. Bu köprü sadece yayalar için ve köprünün diğer girişinde St. Paul Katedral’i bulunuyor. Biz gitmedik ama siz gitmek isterseniz köprüden geçip katedrale girebilirsiniz. Katedralin kubbesinde fısıltıyla dahi konuşulsa her ayrıntı çok net bir şekilde duyuluyormuş, dikkat edin.

London Eye : Evet, işte geldik en turistik aktivitelerden birini övmeye. Bileti önceden almak kaydıyla Londra’ya gitmişken dünyanın en ünlü dönme dolabına binmeden olmaz. London Eye yaklaşık 30 dakika boyunca size Londra’yı gökyüzünden keşfetme şansı tanıyor. Hele gün batımında binerseniz harika bir manzaraya denk gelirsiniz. Gün batımında Big Ben ve Thames harika bir uyum oluşturuyor, buradan fotoğraflar mükemmel çıkıyor.

Royal Festival Hall & National Theatre: London Eye’a binip Londra’yı yendikten sonra Thames kenarından yürümeye devam edince hemen sol tarafta yer alan kültür merkezi Royal Festival Hall’a şöyle bir göz atabilirsiniz, zira hoşunuza giden bir sergi ya da gösteriye denk gelmeniz muhtemel. Tiyatro binası da hemen yanında yer alıyor. Aynı şekilde tiyatroda da ilginizi çeken oyunlara denk gelebilirsiniz, gişeden bilgi almakta fayda var.

Parlamento Binası (Westminster Sarayı) & Big Ben: Londra ile ilgili her fotoğrafta kendine yer edinen, şehrin simgesi olan parlamento binası, ünlü saat kulesi Big Ben’i de içinde barındırıyor. Big Ben bildiğiniz gibi aslında saat kulesinin değil, kulenin içindeki 13 tonluk çanın adı, aman karıştırmayalım. Parlamento binasını rehberli turlar eşliğinde ziyaret edebilirsiniz. Bilet ve bilgi için bu siteye başvurabilirsiniz:http://www.parliament.uk/visiting/visiting-and-tours/tours-of-parliament/ Thames nehri üzerinde yer alan parlamento binası ve Big Ben özellikle gece öyle bir ışıklandırılıyor ki, hiç kıpırdamadan saatlerce izleyesiniz geliyor.

Westminster Abbey: Parlamento binasının hemen yan tarafında bulunan Westminster Abbey, Birleşik Krallık’ın en önemli dini yapılarından biri. Gotik mimariye sahip bu katedral ihtişamıyla gözlerinizi kamaştıracak, şaşırmaya hazır olun. Taç giyme ve vaftiz törenlerinden tutun da kraliyet düğünleri, kraliyet ailesinin cenaze törenlerine kadar tüm önemli günlere ev sahipliği yapan Westminster Abbey’de Darwin, Dickens ve Newton’un da mezarları yer alıyor. Ayrıca burada bulunan Meçhul Asker anıtı da Birinci Dünya Savaşı’nda ölen askerleri temsil ettiğinden İngilizler için manevi değerinin çok büyük olduğu söyleniyor, bizden söylemesi.

Londra Kulesi: Bizdeki Galata Kulesi gibi bir şey bekliyorsanız yanlış yerdesiniz. Londra Kulesi aslında bildiğimiz kale formatında yapılmış ve zamanında hapishane, darphane ve hayvanat bahçesi olarak da kullanılmış. Thames manzaralı kule 1070’li yıllarda inşa edilmiş ve içerisinde kraliyet mücevherlerinin sergilendiği bir müze de var. Ancak bu kuleyi ünlü kılan hayaletleri. Kafası kesilerek idam edilen İngiltere kraliçesi Anne Boleyn’in kesik kafasını koltuğunun altına alarak burada dolaştığı söyleniyor. Biz görmedik, siz görürseniz bize söylemeyin.

Tower Bridge: İsmini Londra Kulesi’nden alan (Tower of London) iki kuleli, mavi renkli, açlılıp kapanan Tower Bridge, Thames üzerinde adeta bir kuğu gibi süzülüyor. İki katlı olan köprünün üst katına asansörle çıkılabiliyor ve iki kule arasındaki cam köprüde yürümenin tadı bir başka güzel. Burada fotoğraf çekmeyenleri köprüden aşağı atıyorlarmış, haberiniz olsun.

Buckingham Sarayı: Buraya giden yollar bile o kadar güzel ki, huzur içinde yürüyerek saraya giderken Kate Middleton misali narin narin gülümsememek elde değil. Derken… sarayın önündeki kalabalık sizi bir anda gerçek dünyaya döndürüyor. O yüzden buraya sabah gitmekte fayda var. Her gün belli bir saatte askerlerin nöbet değişimi oluyor ve sırf bu tören için bile dünyanın her yerinden insanlar buraya akın ediyor. Bazı günler kraliçenin halkı selamladığı da oluyormuş. Dilerseniz sarayın halka açık kısmını ziyaret edebiliyorsunuz, aklınızda olsun.

Hyde Park: Bir park düşünün ki, orada birbirinden güzel çiçekler, ağaçlar, kuşlar ve kimsenin kimseyi rahatsız etmeden güneşlendiği, köpeklerini gezdiren ve onlarla oyunlar oynayan park sakinleri olsun. Hyde Park ne güzelsin sen! Buckingham Sarayı sonrası uzun bir park gezmesi iyi gelecek, Hyde Park sizin tüm yorgunluğunuzu alıp götürecek. Gölün bulunduğu kısımda ördekleri besleyebilir, çimlerde yuvarlanıp kitap okuyabilirsiniz. Hyde Park’ın içinde meşhur “Speakers Corner” yer alıyor. Birleşik Krallık toprakları üstünde kraliçeye laf söylemek yasak olduğu için burada herkes ayağının altına bir merdiven koyup başlıyormuş konuşmaya. ‘’Ayaklarım toprağa değmiyor işte, o yüzden istediğim konu hakkında konuşurum’’ deyip, ülke yönetimi, dünyadaki güncel olaylar ya da kraliçe hakkında düşüncelerini dilediği gibi paylaşma hakkına sahip oluyormuş böylece J Yüz küsür yıldır ülkenin ifade özgürlüğünün simgesi olan Speakers Corner’da zamanında Marx, Lenin gibi kişilerin görüşleri kitlelerle paylaşılmış. Tek kişilik protestoların simgesi  Speakers Corner’da siz de eteğinizdeki taşları dökebilirsiniz, içinizde kalmasın.

İtalyan Bahçeleri: Hyde Park’ın hemen bitişiğinde İtalyan Bahçeleri yer alıyor ve burası da inanılmaz güzellikte bir park. Küçük göleti ve çeşmeleriyle saatlerce vakit geçirebileceğiniz harika bir yer. İçerisindeki Peter Pan heykelini de görmeden dönmeyin. Hele bir de güneş varsa, burada vakit geçirmek size çiçek gibi gelecek.

Kensington Bahçeleri: İtalyan Bahçeleri’nden yürümeye devam ettiğinizde Kensington Bahçeleri sizi karşılıyor olacak. Hyde Park’a göre daha sakin oluyor burası ve kuğuların dinginliği sizi de sarmalıyor. Parka adını veren Kensington Sarayı’nı da es geçmek olmaz. Diana bu sarayda ikamet ediyormuş ve sarayın önündeki park Diana’ya ithafen rengarenk çiçeklerle donatılmış. İnsan burada adeta çiçek cennetinde hissediyor kendini. Kensington Sarayı’ndan çıkış kapısına ilerlerken atlı karıncalara binmiş çocuklar gibi şendik. Londra’nın merkezinde, şehrin stresinden kaçmak için yemyeşil parkların olması biz İstanbulluları kınskandırsa da yine de maşallah diyebiliyoruz, kem gözlü değiliz…

South Kensington: Bu bölge aslında Hyde Park, Kensington Bahçeleri ve Kensington Sarayı’nı içinde barındırsa da, Natural History Museum, The Victoria and Albert Museum ve The Science Museum’un burada yer alması South Kensington’ı özel kılıyor diyebiliriz. Burası müzeler bölgesi olarak da biliniyor. Ayrıca klasik müzik aşkını göklere çıkaran The BBC Proms konserleri ve muhteşem binasıyla ünlü The Royal Albert Hall da bu bölgede yer alıyor.

Natural History Museum: Dinozorlar, balinalar, kelebekler ve en küçüğünden en büyüğüne kadar her türlü börtü böceği burada görmek mümkün. Özellikle genetik odası ve Darwin’in odasına mutlaka uğrayın. Londra’daki en ilginç ve alışık olmadığımız bir koleksiyona sahip olan bu müzede özellikle çocuklar çok eğlenceli ve verimli vakitler geçirebilir.

The Victoria and Albert Museum: 1800’lü yıllarda prens Albert ve kraliçe Victoria adına yapılan müze tasarımlarıyla büyülüyor. Bu dekoratif sanat müzesinde 3000 yıllık tekstil ürünleri, mobilya, seramik, mücevher, fotoğraf, baskı resim, el sanatları, konser afişleri gibi her döneme ait pek çok şey sergileniyor. Ayrıca Avrupa’daki anıt ve heykellerin replikalarını da burada görebilirsiniz. Eskiden insanlar seyahat edecek kadar yeterli maddi güce sahip olmadığı için, Avrupa’daki, Davud heykeli dahil, çeşitli heykellerin replikaları yapılmış ve bu heykeller müzede sergileniyor. Müzenin cafesinde mutlaka bir şeyler için. Müze binasının mimarisi çok güzel ama cafenin güzelliği dillere destan, aşık olmak garanti.

The Science Museum: Hem çocukların hem de yetişkinlerin ilgisini çeken müze 1800’lü yıllarda inşa edilmiş. İçerisinde her yaş grubuna göre koleksiyonlar ve aktiviteler var. Uçuş similatörleri bölümünde 360 derece dönebilen kapsüllere binebilir, Bubles şovdaki baloncuklarla eğlenebilir ya da üzerinize atılan suyla ıslanarak, rüzgardan sersemleyerek, sizden bağımsız olarak hareket eden koltuklarda Legend of Apollo filmini izleyebilirsiniz.

The Royal Albert Hall: Dünyanın en ünlü sahnelerinden biri olan ve ihtişamlı mimarisiyle insanı masal dünyasında hissettiren The Royal Albert Hall’un etkinlik takvimine gitmeden mutlaka göz atın. Temmuz-eylül ayları arasında gerçekleşen ve 8 hafta süren dünyaca ünlü klasik müzik konserleri The BBC Proms’a denk gelirseniz bilet almaya çalışın. Belki Adele konserine bile denk gelirsiniz. Bu salonda 1976 yılında Zeki Müren de konser vermiş, keşke o günleri görebilseydik…

Portobello Road & Notting Hill: Kendimize yeterince huzur yüklemesi yaptk, artık şehre dönme vakti. Nothing Hill filmiyle gönlümüze taht kuran, bizi aşka inandıran semte doğru yola çıkıyoruz. Notting Hill’e gitmek için metroyu kulanabilirsiniz. Buraya gelince binaların rengini ve barındırdığı antika dükkanlarını görünce çığlık atmadan duramayacaksınız. Her dükkana girmek isteyecek, fiyatları görünce arkanıza bakmadan kaçacaksınız. Filmdeki pazarın olduğu sokak Portobello ve burada Cumartesi günleri antika pazarı kuruluyor, gezinizi bugüne denk getirirseniz pazarı doyasıya gezebilirsiniz. Bir şey almayacak olsanız bile buradaki antika dükkanlarına mutlaka girin. Tarihin o tozlu sayfalarında gezerken, hikayelerle dolu eşyalarla göz göze gelin ve harika anılar biriktirin. Yine aynı sokakta yer alan The Notting Hill Bookshop’ı görünce gözlerinizdeki yaşları silip içeriye mutlaka girin. Kitapların arasında kendinizi kaybederken Anna ve William’ın hikayesi sizi sarsın, aşkın gücü sizinle olsun.

Sherlock Holmes Müzesi: 221B Baker Street sizin için ne ifade ediyorsa, bizim için de durum aynı. Sir Arthur Conan Doyle’ın yarattığı ve gelmiş geçmiş en sevilen kahramanlardan biri olan Sherlock Holmes’a adanan bu müzeye ilgi çok büyük. Sherlock Holmes’un evi gibi döşenmiş, içeriye adım attığınızda sizi 1800’lü yıllara ışınlayan bu evin dekorasyonu ve eşyaları sizi bir an Sherlock öykülerinden birinde gibi hissettiriyor. Baker Street’e girdiğinizde müzenin önünde kuyruk göreceksiniz, hemen beklemeye başlamayın. Müzenin yanındaki hediyelik eşya dükkanından biletinizi alıp öyle sıraya girmek gerekiyor. Müzeden çıktıktan sonra bilet aldığınız dükkana girip Sherlock Holmes ve Watson’ın pipo, şapka ve diğer tüm eşyalarına dokunmak, fotoğraf çekmek ve hatta şapkalarını denemek serbest. Hodri meydan, bakalım hangimiz daha iyi dedektifiz.

Madame Tussauds Müzesi: Strasbourg doğumlu Marie Tussaud tarafından 1800’lü yıllarda Londra’a açılan balmumu heykel müzesinin günümüzde New York, Amsterdam, Tokyo, İstanbul (2016) gibi dünyanın 24 farklı şehrinde şubeleri bulunuyor. Voltaire ve Fransız Devrimi’ndeki kurbanların bazılarını da modelleyen Marie’nin müzesi 2011 yılında kuruluşunun 250. yılını kutlamış. Londra’daki Madame Tussauds önünde inanılmaz bir kuyruk oluyor, şimdiden uyaralım. Ama balmumu heykellerinin oluşturduğu atmosferi görünce ayaklarınızın ağrısını unutacaksınız, görmeye değer.

Regent’s Park: Dedektif oyunlarına son verip biraz daha doğaya dönmek isterseniz sizi Regent’s Park’a alalım. Diğer parklara göre daha az turist istilasına uğradığı ve gün içinde yeşilin tadını çıkaran lokaller, akşam olunca parkta yer alan onlarca cafe ve restoranda akşam yemeği yediği için, burası adeta Londra’nın vazgeçilmezi konumunda. Parkın içinde binbir çeşit bitki ve çiçekleriyle botanik bahçesi, Londra hayvanat bahçesi, açık hava tiyatrosu ve kuşları gözlemleyebileceğiniz bir alan da mevcut. Ayrıca parkın içindeki Primrose Hill’e çıkıp muhteşem Londra manzarasına şahit olmak da ayrı bir keyif. Tepede Shakespeare’s Tree olarak bilinen bir meşe ağacı var. Bu ağaç 1864 yılında, Shakespeare’in doğumunun 300’üncü yılı şerefine büyük bir törenle bu tepeye dikilmiş. Tabii 1964 yılında ağaç yeni bir meşe ile değiştirilmiş. Parkın içinden geçen Regent’s Gölü’nde isterseniz bot kiralayıp, yorgunluk atabilirsiniz. Parkta gülümseyerek otururken cıvıl cıvıl kuşlarla arkadaş olabilir, 12.000’den fazla gül çeşidinin yer aldığı  Queen Mary’s Gardens’daki gül kokularına hayran kalarak anın tadını çıkarabilirsiniz. Bu parkı gezerken en güzel müziğin doğada olduğuna tekrar tekrar şahit olacaksınız.

Camden Town: Şu ana kadar keşfettiğimiz Londra’dan farklı bir Londra var karşımızda. Çok renkli, çok hareketli bir semt burası ve her köşesinden müzik sesleri geliyor. Dans eden ya da kahkaha fırtınaları atarak sohbet eden her yaştan kişiyi burada görmek mümkün. Camden Town etnik ürünlerden ikinci el ürünlere, dünya yemeklerinden sokak sanatçılarına kadar pek çok seçenek sunuyor. Mekanlardaki grafitiler, birbirinden renkli ve yaratıcı motifler burayı daha da farklı kılıyor. Bu bölgenin en meşhur yeri Camden Lock Market. Bir nevi kapalı semt pazarı olan bu markette her türlü mutfağın sokak yemeklerini bulabilirsiniz. Üstelik çok uygun fiyata! Kapalı pazar yerinin içerisinde ise etnik kıyafetler, antika eşyalar, aksesuarlar, fotoğraf makineleri ve tablolar satılıyor. İçerisini gezmek çok eğlenceli ve fiyatlar Londra’nın diğer semtlerine göre çok daha uygun. Pazarı gezdikten sonra kanala bakan cafelerde bir şeyler için, akşamüzeri daha da hareketlenen bölgede cafe ve bar seçenekleri çok. Hediyelik eşya almak için de Camden’ı tercih edebilirsiniz. Bizim için Londra demek Camden demek, yeri bizde apayrı burasının.

Oxford Street: Avrupa’nın alışveriş için en çok ziyaret edilen semtine hoş geldiniz. Cadde o kadar kalabalık ki zorlukla yürüyorsunuz, zaten öğrendiğimize göre buraya günde 1.5 milyondan fazla kişi geliyormuş, düşünün artık. Bizde çok ilgi uyandırmayan klasik bir alışveriş caddesi olsa da yine de Londra’ya gelmişken Oxford Street’e şöyle bir uğrayın.

Soho: Oxford Street ile Regent Street arasında yer alan Soho’ya gitmeden olmaz. Sanat galerilerinin, ikinci el ürünlerin satıldığı dükkanların, kahvrengi, bordo ve gri evlerin ve her kesime hitap eden cafelerin mekanı Soho bir harika dostum! Eskiden sanatçı ve ressamlara ev sahipliği yapmış olan Soho’da o kadar çok cafe var ki, hangisine gireceğimizi bilemeden hepsine şöyle bir göz atmak bile modumuzu anında değiştirdi. Gece hayatı da Soho’da çok hareketli, burada pek çok gece kulübü var. Oxford Street’e ayıracağınız vakti burada daha verimli kullanabilirsiniz, Soho candır.

China Town: Fenerleri, mekanlardaki renkli tabelaları ve vitrinlerdeki kızarmış ördekleriyle bambaşka bir dünyaya girmeye hazır olun. Asya dışındaki Çin Yeni Yılı kutlamalarının en ihtişamlısının Londra’da olduğu söyleniyor. Buradaki restoranlarda kuyruk oluyor ama dayanın, Çin yemekleri çok lezzetli. Her bütçeye uygun mekanları, rengarenk atmosferi ile Chinatown da Londra’da görülmesi gereken semtlerden, buraya uğramadan dönmeyin.

British Museum: Müzede gezerken aklımızdan her ne kadar İngilizleri, dünyadaki tarihi eserleri kendi ülkelerine kaçırmakla suçlamak geçse de bunu yapmıyoruz ve devasa müzede edindiğimiz harita ile yolumuzu bulmaya çalışıyoruz, zira haritasız burada kaybolmak çok kolay. Kimi görüşe göre kendini dünya mirasını korumaya adamış müzede, 4 milyondan fazla tarihi eser sergileniyor. Dünyanın her yanından eserleri burada görebilirsiniz. Türkiye’den getirilen Halikarnos Mozolesi, Artemis Tapınağı, İznik çinileri ve Osmanlı eserlerinin yanında, Mısır piramitleri hariç, Mısır’a gitmiş gibi hissettirecek pek çok Antik Mısır eseri var.

Binlerce yıllık tarihe şahitlik ederken imparatorlar, krallar, firavunlar, dünyanın her yerinde kullanılmış paralar, altın ve mücevherlerle donatılmış tabutlar ve mumyalar hakkında görsel olarak bilgi sahibi oluyor, daha önce tatmadığınız bir deneyim kazanıyorsunuz. Müzede mumyalar bölümünde sergilenen 5500 yıllık mumya olan Gebelein Man, kafasındaki zencefil rengi saç tutamları nedeniyle Ginger olarak da anılıyormuş. Bu mumya müzenin en popüler mumyası, çünkü bazı kesimler tarafından secde halindeki duruşuyla Hz.Musa’yı takip ederken denizde boğulan firavun olduğuna inanılıyor. Müze ise Eski Mısır’da sığ mezarlara cenin pozisyonunda gömülmenin sık rastlandığını söyleyerek bu mumyanın firavun olduğunu yalanlıyormuş. Her ne şekilde olursa olsun, sırf  Gebelein Man ve diğer mumyaları bu kadar yakından görmek için bile British Museum’a gidilir, bizden söylemesi.

 

Covent Garden: Trafiğe kapalı olan Covent Garden’daki Piazza meydanında eğlenmeye hazır olun! Bu meydanda sokak sanatçıları sürekli gösteri yapıyor ve her yaştan insan burada harika vakit geçiriyor. Meydana geldiğinizde eskiden sebze ve meyve pazarı olarak kullanılan Covent Garden Market’ı göreceksiniz. Markette günümüzde çeşit çeşit takılar, deri ve işlemeli ürünler ve bir sürü şey satılıyor. Üstü kapalı markette yemek yemek ya da bir şeyler içmek için de alternatifler var. Covent Garden’ın regarenk evleriyle kaplı sokaklarında kaybolurken Royal Opera House’a denk geleceksiniz, hoşunuza giden bir temsil olursa girin mutlaka, vereceğiniz her kuruşa değer. Burada çok şirin cafe ve barlar var, kısa bir mola vermek için herhangi birine girebilirsiniz.

Leicester Square: Bir çok filmin dünya galalarının yapıldığı, sinema salonlarının bulunduğu Çin mahallesinin hemen önünde bulunan caddeye geldik, çiçekleri odamıza bırakın, biz kırmızı halıda yürüyeceğiz. Duyduğumuza göre galaların yapıldığı akşamlarda caddeye kırmızı halılar seriliyormuş, biz denk gelmedik. Sadece yayalara açık olan meydanda bir park var ve burası her daim hareketli. Şansınız varsa kırmızı halıda boy gösteren ünlülere denk gelebilirsiniz.

Trafalgar Meydanı: Adını İngilizlerin İspanyol ve Fransızları yendiği Trafalgar Savaşı’ndan alan Trafalgar Meydanı Londra’nın merkezi sayılıyor. Eminönü misali her yerde güvercinler… Noel döneminde Oslo’nun hediye ettiği Londra’nın en büyük Noel ağacı burada kuruluyormuş. Trafalgar Meydanı’nda bir sütun üzerinde savaşta Napolyon’u yenen Amiral Nelson’ın heykeli var. Ayrıca National Gallery de burada yer alıyor. Hem galeriyi gezmek hem de dinlenmek için özellikle güneşli havalarda buraya gelmek gerek.

National Gallery: Bugüne kadar gezdiğimiz en güzel sanat müzesi olan National Gallery hem muhteşem binası hem de sergilendiği eserler açısından kesinlikle görülmeli. Claude Monet, Rembrandt, Michelangelo, Leonardo da Vinci gibi pek çok sanatçının eserlerini burada görebilir, heyecandan yerinizde duramayabilirsiniz.  2000’den fazla esere ev sahipliği yapan galerinin her salonu apayrı güzellikte. Burada zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.

Piccadilly Circus: Londra’nın en hareketli ve en ünlü meydanlarından birindeyiz. China Town ve Soho’ya yakın olması, Londra’nın dillere destan müzikallerin çoğununn bu bölgedeki tiyatrolarda sahnelenmesi, Piccadily Circus’u her daim canlı ve kalabalık kılıyor. Meydandaki Eros heykeli, heykelin önündeki merdivenlerde etrafı seyreden turistleri, ilginç sokak şovları ve sokak müzisyenleri ile Piccadilly, Londra’ya çok yakışıyor.

Aklınızda Olsun:

King’s Cross Station: Harry Potter hayranlarının Londra’daki Warner Bros Studio’dan sonra en çok ziyaret ettikleri bir diğer yer 9¾ platformu. King’s Cross tren istasyonunda bulunan bu ünlü platformda Hogwarts Express’e biniyormuş gibi yapabilir, duvarın içine giren valizlerle bir fotoğraf çektirebilirsiniz.

Stanfords: 1853 yılında açılan, özellikle harita ve seyahat kitapları satan bu kitap dükkanına bayılacaksınız. Her yerde dünya haritalarını, seyahat etmeniz için her türlü ilham kaynağını burada bulabilirsiniz. Buradan çıkmak istemeyeceğinize eminiz. Sıradışı ve orijinal hediyeler arıyorsanız kesinlikle buraya uğrayın. Bu cennet Covent Garden’da yer alıyor.

Harrods: Olur da Londra’da devasa ve ultra lüks bir alışveriş merkezi arayışına girerseniz Harrods beklentilerinizi fazlasıyla karşılayabilir. Knightsbridge metro durağında inip bu ihtişam abidesi yere ulaşabilirsiniz. Lüksten gözleriniz kanayabilir, şimdiden uyaralım.

Ne yiyelim?

İngilizler yemek konusunda Fransızlar veya İtalyanlar gibi başarılı değiller, öncelikle bu durumu kabullenelim. İngiltere denilince aklımıza Fish & Chips dışında başka bir şey gelmemesi de muhtemelen bu sebepten. Fakat Londra’da dünyanın her yerinden insan yaşadığı için, bu etnik çeşitlilik sahip olduğu mutfak kültürlerini de Londra’ya beraberinde getirmiş. Dünyadaki hemen hemen her ülkenin yemek çeşitlerini Londra’da bulmanız mümkün.

Golden Union Fish Bar: Oxford yakınlarındayken mutlaka ama mutlaka burada Fish & Chips yiyin. O balığın tadı, çıtır çıtır kıvamı ve hafif oluşu bizi bizden aldı. Patatesleri ayrı güzel, ortam ayrı güzel. Balık kızartması, morina (cod) balığından yapılıyor, yani bizim bildiğimiz balıktan değil, biz de bu mekanda öğrendik. Yanında bir şey içmek istemezseniz sorun yok, zaten sürahide musluk suyu getiriyorlar. Mekan çalışanları çok güler yüzlü. Bayıldık buraya! Bir daha Londra’ya sırf burada Fish & Chips yemek için bile geliriz, artık siz anlayın hayranlığımızı.  38 Poland St

Camden Lock Market: Sokak yemeklerine doyamadığımız, her yöreden, her ülkeden çeşit çeşit yemekleri tatma fırsatı bulduğumuz Camden Lock Market tabii ki favorimiz. Falafelden kreplere, köri soslu tavuktan noodle ve pizzaya kadar her türlü sokak lezzetini çok uygun fiyatlara burada yiyebilirsiniz.

Borough Market: Burası London Bridge istasyonunun yakınında bulunan Londra’nın meşhur pazarı ve içerisinde çeşit çeşit peynir, et ve meyve satılıyor. Yüzden fazla tezgahın olduğu bu pazarda yok yok. Hatta sosisli, sandviç, krep gibi sokak yemeği yapan tezgahlar da var. Üstelik burada kahve de satılıyor. Fiyatlar Camden kadar uygun olmasa da belki bir sosisliyi mideye indirmek fena olmaz. 8 Southwark St

The Breakfast Club: Londra’da birkaç yerde şubesi bulunan The Breakfast Club’ın Pancake’lerine bayıldık. Özellikle Pancakes & Berries’i yemeye doyamadık. İsterseniz burada The Full English Breakfast denilen geleneksel İngiliz kahvaltısını da deneyebilirsiniz. Ama bu kahvaltının fasulye, Black Pudding (domuz kanından yapılan salam/sosis), bacon, sosis, yumurta, mantar ve domatesten oluştuğunu unutmayın. Sabah sabah bu tür bir kahvaltı yapabiliyorsanız sizi tutmayalım. Londra’da pek çok şubesi bulunan The Breakfast Club’ın Soho ya da Oxford’daki şubesine gidebilirsiniz. 33 D’Arblay Street W1F 8EU

The Sherlock Holmes Pub: Trafalgar Meydanı civarında bulunan ve görür görmez bizi kendine aşık eden bu pub, tamamen Sherlock Holmes konseptiyle dizayn edilmiş. İlk başta çok turistik gibi gelse de mekanın nezih, kalabalıktan uzak olması içimizi ferahlattı. Kendi biralarını yapan canımız mekanda biz en çok Watson birasını sevdik, burada çokça da eğlendik. 10 Northumberland Street St James’s Greater London WC2N 5DB

Ye Olde Mitre: Camden Town yakınlarında bulunan ve Londra’nın en eski barlarından Ye Olde Mitre, saklambaç oynamayı çok seviyor. Kuyumcular soağı gibi bir yerden ve daracık sokaklardan geçerek buraya ulaşıyorsunuz. Mekan 1500’lü yıllarda yapılmış ve inanılmaz küçük bir yer. E haliyle çok kalabalık ama görmeye değer. Buraya yakın Ye Olde Cheshire Cheese adlı mekan da oldukça ünlü. Eskiden döneminin yazarlarının uğrak yeriymiş. Biz gidemedik, belki siz giderseniz bize kart atarsınız. 1 Ely Court Ely Place

The Hummingbird Bakery: Çok sevdiğimiz Notting Hill’deki Portobello Road’da bulunan bu minnoş kurabiye dükkanı çok ama çok lezzetli Cupcake’ler yapıyor. Ayrıca pasta ve kekleri de çok güzel, kalori olayına girmezsek tabii. 133 Portobello Road Notting Hill

Grind & Co: Londra’da altı adet cafe-bar ve üç adet restoranı bulunan Grind & Co’nun kahvelerine bayıldık. Gündüzleri cafe olan mekan gece olunca bara dönüşüyor. Bar kısmında Espresso Martini içmenizi öneririz. Gündüz cafe kısmında ise dilerseniz kahvaltı da yapabilirsiniz. Ama kahvelerini denemeden bu mekandan çıkmayın. Soho ya da London Bridge tarafındaki şubesine gidebilirsiniz.

Pret A Manger: Londra’nın neredeyse her sokağında karşınıza çıkacak olan Pret A Manger hayat kurtarıyor, biza inanın. Burada çok vakit kaybetmeden hemen alıp çıkabileceğiniz sandviçler, çorbalar, salatalar ve dilimlenmiş meyveler bulabilirsiniz. Fiyatları da çok uygun.

Nando’s: İngilizlerin KFC tarzındaki meşhur tavukçusu olan Nando’s’un Peri-Peri sosları çok ünlü ama acıya dayanabilene. Portekiz menşeili bu restoran zincirinin mönüsünde isterseniz patates yerine alabileceğiniz közlenmiş mısır bile var ve tavukları çok lezzetli. Bir ara Türkiye’de de açılan bu zincir rağbet görmeyince kapatılmış. Bu kadar lezzetli tavuklar yapan bir mekan nasıl bizde tutulmadı çok şaşırdık…

Tesco: İngiltere’nin en büyük süpermarket zincirlerinden olan Tesco bizim en yakın arkadaşımız, vazgeçilmez mekanımız oldu. Taze meyveleri, lezzetli salataları ve her türlü abur  cuburu çok uygun fiyatlara buradan alabilirsiniz. Bütçeniz kısıtlıysa buradan alışveriş yapıp çantaya atabilirsiniz, böylece sadece kahveye para vermiş olursunuz. Tesco cebinizi korur! 🙂

 

 

 

Londra’nın yemyeşil parkları, harika koleksiyonlara sahip müzeleri, sokak lezzetleri, güler yüzlü ve yardımsever halkı, Thames nehri ve dünyanın her yerinden gelen insanlara ve kültürlere kucak açması bizi bu şehre hayran bıraktı. En az dört gün ayırmak gereken Londra’da gezilecek yer, keşfedilmeyi bekleyen güzellikler çok fazla. Vize engelini aşmak çok kolay, bunu bahane etmeyin.  Mark Twain’in de dediği gibi “Bundan yirmi yıl sonra yapmadığınız şeylerden dolayı, yaptıklarınızdan daha fazla pişman olacaksınız. Demir alın ve güvenli limanlardan çıkın artık. Rüzgarları arkanıza alın, araştırın, hayal edin ve keşfedin.” Öyleyse ne duruyorsunuz?

Gidin, gezin, keşfedin… hayat gezince güzel!

Bu yazı 24.01.2018 tarihinde gezginkadinlar.com sitesinde yayınlanmıştır.

 

 

 

 

 

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.